KÜTÜPHANE
‘Kütüphane’ kelimesinin etimolojik tahlilinde Türk milletinin tarihine ve Türk dilinin geçmişine kutlu bir ışık yolu görüyoruz:
“Kütüp” kelimesinin menşeini araştırırsak, Oğuz Han Atamız Zülkarneyn (a.s.)’ın M.Ö. 18. Yüzyılda vaki olan dünya fethinden sonra, Türkçemizden Sami dillerine ödünç verilen “BİTİK” kelimesine dayanmaktadır. Bitik kelimesi; Türkçemizin, varlığı ve yokluğu aynı anda ifade eden tılsımlı bir kelimesidir. Sanki “Okursan varsın, okumazsan yoksun!” diye haykırmaktadır.
“Bitmek” fiili varlığı anlatmaktadır: “Ekin bitti.=Ekin yeşerdi.” Gibi...
“Bitmek” fiili yokluğu anlatmaktadır: “Ekin bitti.=Ekini derdik bitti.” Gibi...
“Bitik” kelimesi; bitmek fiilinin köküne, Türkçemizin fiilden isim türetmek için kullanılan eklerinden “ik” ekinin getirilmesiyle oluşmuştur. “Bitik” kelimesi, Türkçemizin hâkim olduğu çeşitli sahalarda yüzyıllarca kullanılmış.
Türkçe’de “kitabe”ye “han bitiği” denir.
Divan-ı Lügati’t-Türk’de; “bitik” kelimesinin “Yazma, yazı, kitap, mektup, yazış, yazılı şey, kâğıt...” gibi anlamlarda bolca kullanıldığını görmekteyiz. Bunlardan bir iki örnek alalım:
“Ol mening birle bitik okışdı.= O benimle kitap okumakta yarıştı.”
“Bitik okıldı.= Kitap okundu.” gibi...
Arapçanın gelişim dönemlerinde, bir kelimenin soldan sağa okunduğu gibi, sağdan sola da okunduğunu biliyoruz. Arapça’da kelimelerin yazılışında, vokaller pek kullanılmadığından “B-T-K” sessiz harflerinden oluşan bu kelime; yazma ve okumanın, sağdan sola doğru yerleşmesinden sonra “K-T-B” şeklini almıştır. “Kütüb” kelimesi ise, kitap kelimesinin çoğuludur.
“Kütüphane” kelimesinin ikinci kısmını oluşturan “hane” kelimesini birçokları Farsça zanneder. Hâlbuki bu kelimenin kaynağını “han” sözcüğü teşkil eder... İran; İslamiyet’ten sonra, yüzyıllarca bir Türk yurdu olmuş ve Türk hanlarının idaresinde imar edilmiştir. Bugünkü Farsça’nın oluşmasında Türkçe’nin de büyük etkileri olmuştur... Ve bugün İran’ın nüfusunun % 60’ını, Türk milletinin değişik boyları oluşturmaktadır.
Adriyatik’ten Çin’e kadar, Türk hanlarının yaptırdığı büyük konaklama yerlerine “han” denilmiştir... Hanların küçüğüne ise, “hane” denilmiştir ki; bugün Farsça’da “ev” manasına gelen bu kelime Türk dünyasının her köşe bucağında aynı anlamda kullanılmaktadır...
Kütüphane, “kitaplar evi” demektir.
Okumayla Tevhidin sırrına, Türklüğün şuuruna varacağız. Okumayla “akıl, gönül ve görüşe yeni cilveler” bulacağız. Okumayla zalim ve kâfir kavimlerin oyuncağı olmayacağız... Okumayla yeni ufuklara ve hedeflere koşacağız... Ülkemiz için, devletimiz için, milletimiz için, kendimiz için, kendi geleceğimiz için; “Milli Birlik ve Beraberlik Ruhu” içinde koşacağız... Şu muasır medeniyet yok mu? İşte onun öncüsü biz olacağız... Okumayla...
Bu millet Oğuz Han atamızın töresiyle var olmuş ve bu töreyle törelenenlere Türk denilmiştir. Bu töreyledir ki, asırlarca dünya hakimiyetimiz olmuş, göz kamaştıran medeniyetlerimiz, “zalime acımasız, mazluma sığınak” olmuştur. Kurduğumuz medeniyetlerin parıltıları yolumuzu aydınlatmalı; kuracağımız medeniyetlere ışık kaynağı olmalıdır.
Oğuz Han atamız Zülkarneyn’in dünya fethinden sonra “töre” kelimesinin İbranice’ye “Tora” olarak geçtiğini görüyoruz. Böylece töre kelimesi, Allah (c.c.) tarafından Hz. Musa’ya verilen “Kitab”a da alem(özel isim) olmuştur. Arapça “Tevrat” kelimesi, töre kelimesinin çoğulu (cemi müennes salimi) dur.
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, devletimizin ismini, kendi kültürümüzden kaynaklanan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” koyarak, mübarek Türk milletini; kendi toprakları üzerinde ayakta tutmanın, var etmenin dost-doğru esas unsurunu keşfetmiş ve hayata geçirmiştir.
Türk boylarında okumanın yeri ve önemi nasıldı: Türkçemizde, “kabile-boy” manasına gelen “ok” kelimesi, aynı zamanda, “okumak” fiiline de kaynaklık etmiştir. Bu husus, Türk milletinin güçlü ve kuvvetli olma sebeplerinden birisini de bizlere verir. Hz. Muhammed (s.a.v.), Kur’an-ı Kerim’de geçen “kuvvet” kelimesini; “Kuvvet atmaktır.” diye açıklamıştır. Ne ilginçtir! Oğuzların çok uzak hedefleri kalbinden vuran “ok”ları vardı.
Kabile-boy... Atılan ok... Okumak... Okışmak(=okumakta yarışmak)... Güç-kuvvet sahibi olmak... Bu tahlilden şunu anlıyoruz ki, Türk boyu olmanın gereklerinden birisi de okumaktır... Bilgi sahibi olmazsan, düşmanın fitne ve fesadıyla helak olursun... Bilgi sahibi olursan, düşmanın canına okursun... Okumak fiilinin güç-kuvvet sahibi olma kavramını da bünyesinde taşıması, Türk milletinin, binlerce seneden beri “Allah (c.c.)’ın Nuru”na muhatap olduğunu göstermektedir... Ve Türklerde, öteden beri, okumanın önemi büyük olmuştur.
Türkçemizde, “yeryüzü”, “siyah” ve “kuvvetli” anlamlarını ifade eden “kara” kelimesinin yüklendiği kavramlardan birisi de; “hece-hece (heceleyerek) okumak”tır. Güneydoğu Anadolu Türk yurdunda bu anlamını hala muhafaza etmektedir. Unutmayalım: Oğuz Han atamıza “Oğuz Karahan” da denilir... Ayrıca, Hz. Musa’ya iman eden Hazar Türklerine, Tevrat’ı çok okumaları sebebiyle “Karai” (Karay veya Karaim)ler de denilmektedir. Türkçe “kara” kelimesiyle, Arapça “karae” kelimesi arasında bir ilişki kurmamak mümkün mü?!...
Osmanlılarda okuma-yazma yönünden üç tip insan vardı:
1-Okuma bilip, yazma bilmeyenler,
2-Yazma bilip, okuma bilmeyenler,
3-Hem okuma hem de yazma bilenler
Okuma ve yazmayı birlikte bilenlere “mürekkep yalamış” denilirdi. Okuma-yazma bilip de belirli bir kültür seviyesine ulaşamayan, anlayış ve kavrayış yoksunu kimseler “kara cahil” denilirdi. Maalesef, bugün biz bu deyimin okuması-yazması olmayanlar için kullanıldığına şahit oluyoruz. Hâlbuki insanlarımız içerisinde öyle kimseler vardır ki; bunlar, okuması-yazması olmadığı halde, eli öpülesi arif insanlardır. “kara cahil” sözünü “zır cahil” gibi anlamak hoş gelmiyor... Karasını hece hece okumuş, özüne varamamış cahilin okunuşu demek... Bugün “kara cahil” sözü; özünden kopmuş, devletimiz ve milletimizle barışık olmayan “yarı aydın” kesim için de kullanılsa yerdir.
Gençler!... Kendimizi kara cahillikten, yarı aydın tiplemesinden korumak için, çeşit çeşit kitap okumak, araştırmak; ilimde, teknikte ve güzel ahlakta kendimizi yetiştirmek zorundayız.
Bizler, Atatürk’ün gösterdiği ‘muasır medeniyet’ hedefine varmak için sürekli okumak, araştırmak, incelemek; kendi tefekkürümüzü kendimiz kurmak zorundayız. Onun bunun kırıntısıyla niçin yetinelim? Devletimizin kurucusu cennet mekân Atatürk’ün şu sözlerine kulak ve gönül verelim: “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, ders almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir.” Evet, gençler; Atatürk, bu sözleriyle bizlere doğru bir yol göstermekte, önderlik etmektedir. Aksi halde kendimizden koparız... Başkası da hiç olamayız.
Gençler; dost-doğru olalım ve kütüphanelere dolalım... Sıdkiyeti(=doğruluğu) bulalım.
Yunus Emre:
“Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı severiz
Yaradandan ötürü”
diyerek doğruluğun önemine dikkat çekmiştir. Edebiyatçılarımız, ‘Elif’i yorumlarken; “Elif, Allah lafza-i Celal’inin ilk harfidir.” derler. Sultan Veled; “Elif Hakk’ın tecellisidir.” der. Zamanımızda bir Allah dostu: “ Elif harfi, yukarıdan aşağıya doğru ve dik olarak yazılan bir harftir. Bu düzgünlük, doğruluğu ifade eder.” Demiştir. Bu doğruluk Türk milletinin ayakta kalmasının; başı dik olarak durabilmesinin en büyük sebebidir.
Türk milleti, nasiplendiği Peygamber ve Allah dostlarıyla doğruluktan ayrılmamış, ayakta durmuştur... Ve ayakta durmasını sağlayan liderleri bağrından çıkarmasını bilmiştir.
Türkçemizde doğrulukla ilgili o kadar atasözü vardır ki... İşte birkaçı:
“Doğru duvar yıkılmaz.” deriz.
Bizde; “Doğruluk dost kapısı” olmuştur.
İnsan fıtratı gereği; Eğri oturup (otursak da), ‘millet olarak’ doğru konuşalım.’ sözü ahlaki prensiplerimizden birisi olmuştur.
Dikkat edin: Yunus Emre bu şiirinde “okudum” demez; içinde yaşadığı topluluğu ima ederek, Türk milletini kastederek “okuduk” der.
Bizler, her şeyden önce, kendi öz kültürümüzü, kendi değerlerimizi tanımalıyız ki, sevgimiz bütün insanlığı kucaklaya... Yaratılan ne varsa medeniyetimizden beslene...
Gençler;
Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ilk emri “OKU” değil mi? “Nun ve’l-Kalemî ve ma yesturun” ayetiyle Allah; “...kaleme ve satırlara yazılana” yemin etmiyor mu?
Kütüphanelerimizdeki yüz binlerce kitap sizleri, bizleri, hepimiz bekler durur... Yollarımızı gözetleyen bu kitaplarla ne zaman buluşacağız?
Eskiden (eskiden desek de sonradan içimize sokulan yanlış bir inancın etkisiyle), kitapları güvelerden korumak için “Ya Kebikec” yazılırmış... Manasını anlayamadığımız bu garip kelimeyle kitaplar Allah’a emanet... Maalesef, atalarımızın yazdığı binlerce kitap, “Ya Kebikec” kelimesiyle garipleşmiş, güvelere mesken olmuştur.
Gelin kitap kurdu olalım, kitapları güvelerden koruyalım... Çeşit çeşit kitaplar okuyarak kütüphanelerle dostluk kuralım. Kitaplarda kendimizi bulalım. Kitaplarla kendimizi okuyalım, kendimizi tanıyalım. Bilgili, kültürlü ve ahlaklı olalım...
Kitaplarla tanışık, kitaplarla barışık olmak ne güzel! Hediyeleşmelerimizde kitabı önde tutalım; kitapları gönlümüzden dışlamayalım...
Ah!... İnsanlığın Türk kültürüne olan ihtiyacını bir bilebilsek!... Bunu kendimize bir anlatabilsek!... Kütüphaneler, işte o zaman boşalmaz olur.
Muhittin Baltacı
Kaynak: YÖRTÜRK - İki Aylık Fikir-Kültür ve Sanat Dergisi, Mayıs-Haziran 2001, Yıl:6 Sayı:37