ALP EREN BALTACI



More Cool Stuff At POQbum.com

HABERLER
   
  Alp Eren Baltacı
  Ana Sayfa
 

 

BOZKIRLININ ÖLÜMÜ

 
Bedeninde kan pıhtısı kızıl yamalar, gözlerinde ışığın en telaşlı hali ve aklında son çarpışmanın o amansız hamleleri seğirirken; ruhunda yenmenin, ezmenin ve yok etmenin coşkusu gitgide artıyor… Kulaklarında yaralı arkadaşlarının iniltileri ve ölenlere yakılan ağıtlar var. Kollarında, omzunda ve bacaklarında kılıç çizikleri olmasına rağmen sızlanmıyor, yalnız zorlu solukları duyuluyor. Ölüm kalım savaşının gerçekleştiği vadinin iki yanında yükselen tepelerin birine tırmanmakta… Arada bir sendeleyince düşmemek için kayalara tutunmakta, dengesini bulana kadar gün batımını seyretmekte… Arada bir de arkasına dönüp savaş alanına bakmakta.. Fakat şuurunu kaybetmişçesine, ne için yürüdüğünü bilmezcesine zikzaklar çizerek sürekli yükselmekte…
Bir süre sonra tepenin zirvesine vardı. Az önünde duran ve bir kaplumbağa kabuğunu andıran taşa oturdu, derin bir nefes aldı, yaralarına baktı ancak umursamadı. Başını kaldırdı, gözlerini süzdü, güneşi aradı, bulamadı.. Aşağılarda gün karanlığa kavuşmuştu, kendisi de burada akşamın son demlerini yaşıyordu. Belki de son akşamını… Yere çöktü, az önce oturduğu taşa sırtını verdi, uykuya daldı.
***
Tanrı, insanı yeryüzünde kudretini tanısın diye var etmiş… Isınsın, aydınlansın diye güneşi; beslensin diye toprağı, arınsın diye suyu yaratmış. Bahşettikleriyle kendisini tanısın diye us; tanıtsın diye dil vermiş… Hepsine karşılık bir de gönül ve his vermiş. Öyle ki sevgisini, acısını, yalnızlığını, korkusunu, öfkesini gönlünde taşısın da usunu ve dilini Tanrı yolunda harcasın…
Ebedî bahtiyarlığa giden yolda yaylar, kılıçlar, mızraklar ve demir temrenli oklarla kalbura çevrilmiş kalkanlar döşeli. Kimi yiğitler daha en başlarda tadar ölümün soğukluğunu… Fakat o ölümü ısıtabilenler, bu yolda mağlup yahut muzaffer yürüyebilenlerdir. Kavuşmak beklemekle daha da güzelleşir. Beklemekle aşk olur, aşkla ısınır ölüm… Dirliğin bütün zorluklarını gördü, yılmadı. Çetin geçen bir kış gecesinde evdeşiyle iki çocuğunu açlığa ve soğuğa kurban etti, ocağı söndü, isyan etmedi. Yazgı ona süngüşler yazmış, yılmadı. Tanrıkut Mete’nin buyruğunda bilek yordu; pusat kaldırdı, baş indirdi. Ölmek için değil kazanmak için vuruştu. Ölmedi… Toprağa düştü, sürünmedi; doğruldu… Bin yiğidin bininden, kara budunun dününden soruldu. “Yamandır, temizdir.” dediler. Sevildi, saygı gördü…
***
Gündüzün yakıcı sıcağına inat biraz da esen rüzgârın tesiriyle serinleyen bir yaz gecesi. Bütün tepeye hâkim olan dolunay, sararmış otları, üzerlerine hafif kar yağmış gibi ağartıyor. Bazen cırcır böceklerinin çıkardığı sesler, rüzgârın ıslıklarına karışmakta. Bazen de savaş alanından yaralı iniltileriyle ateş cayırtılarından kopan sesler yankılanarak yükselmekte. Duman kokusu kan kokusuyla birleşip etrafa sinmiş. Bozkırlı ise derin uykusuna hareketsiz devam ediyor. Ay ışığının aydınlattığı bakır çehresini rüzgâr, börkünden sarkan saçlarını arada bir savurarak merhametli bir el gibi okşamakta.  Yalnız gördüğü düşün tesiriyle arada bir göz kapakları kıpırdıyor…
. . .
İçinde gelişmesini tamamladığı yumurtanın çeperini kırmayı başaran kaplumbağa, ayaklarını toprağa basar basmaz zorlu bir mücadelenin içinde buluyor kendini. Yaradılışından gelen ağır görünümlü hareketleriyle ilk adımlarını atarken çevresini de keskin bakışlarıyla incelemeyi ihmal etmiyor. Ancak ne ile beslenebileceğini, nelerden ve nasıl korunması gerektiğini şimdiden iyi biliyor…
Yıllar çabucak geçmekte; kaplumbağa büyüyor, gelişiyor.  Bu arada bir hedefe doğru odaklanmış gibi aynı doğrultuda ilerliyor. Yalnız her yıl kışa doğru durup dinleniyor; bahar gelip havalar ısınınca yoluna kaldığı yerden devam ediyor. Başka hayvanlar uçarak yahut koşarak ilerlerken, o, ağır ama temkinli ve intizamlı bir şekilde sürünüyor. Türlü zorluklar çekmesine, tehlikelerle karşılaşmasına rağmen gözlerindeki azim dolu ve masumane ifadeyi daima koruyor. Bu şekilde, önüne ne çıkarsa aşıyor ve varmak istediği yere giderek yaklaşıyor.
Nihayet uzun ömrünün, çetin yolların menzili uzaklardan görünüyor. Fakat bu kısa mesafe bundan önce geçtiği yollardan daha ağır. Önünde dik bir yokuş, basınca aşağı doğru yuvarlanan un ufak taşlar, yer yer büyük kayalar ve şimdiye kadar hiç rastlamadığı kadar tehlikeli hayvanlar var. Bütün bunlara rağmen geçtiği yerlerde elde ettiği tecrübelerden faydalanarak var gücüyle sürünüyor. Yolunu uzatmış olsa da, iyice bitkin düşse de bu sonuncu engeli de geçiyor. Ulaşmak istediği yere geliyor ve orada, hareketsiz uzanmakta olan bir kurdun başucunda can veriyor.
. . .
Bozkırlı günün ilk ışıklarıyla beraber gözlerini açtı. Zor nefes alıp veriyordu. Tamamen tükendiği her halinden belliydi... Önce gün doğusundan kızıl saçlarını göstermeye başlamış güneşi gördü. Ayağa kalkıp her sabah yaptığı gibi Tanrı’ya dua etmek istedi fakat kaskatı kesilmiş vücudu buna izin vermiyordu… Daha sonra etrafındakileri fark etti, birkaç saniyelik şaşkınlıktan sonra içini bir huzur kapladı. Gülümsedi… ‘ Tanrım, ne kadar yücesin! ’ diye geçirdi içinden. Boynunu eğdi, yumduğu gözlerine yıllar önce kaybettiği evdeşi ve çocukları belirdi. Onu çağırıyorlardı. Mırıldanarak ‘ Sonunda… ’ diyebildi ve ruhunu ak kanatlı sungur gibi göğe uçurdu.
Arkadaşları onu sabaha kadar aramış, ancak gece karanlığında bulamamıştı. Gündüzün aydınlığında etrafı tekrar kolaçan ettiler. Aralarından biri tepeye doğru devam eden kan izlerini fark etti. Beraberce takib ettiler. Ulaştıklarında hepsi hayretler içinde kaldı.
Bozkırlı, onlarca kaplumbağanın oluşturduğu çemberin ortasındaydı. Onu sanki bir tehlikeden koruyormuş gibi bir halde başlarını çemberin dışına doğru yöneltmişlerdi. Fakat hepsi ölmüştü. Bozkırlının bölüğündeki erlerden biri yanına geldi, yaşamadığını anladı. Diğerlerine bir baş işaretiyle bildirdi. Neler olup bittiğini anlamak için çevreye bakındılar ama bu duruma dair bir işaret sezemediler.
Şaşkınlığı üzerlerinden attıktan sonra kaplumbağa cesetlerini bir kenara yığdılar. Bozkırlının etrafında dönmeye başladılar. Bu sırada yüzlerine kimileri bıçaklarıyla kimileri de tırnaklarını geçirerek çizikler atıyordu. Korkunç sesler çıkartarak ağlıyorlar ve gözyaşlarını kanlarıyla beraber akıtıyorlardı. İçlerinden bazıları da bozkırlının yaslandığı taşın hemen ucuna bir mezar kazmakla uğraşıyordu. O taşı balbal saydılar. Hazırlıklar bitince bozkırlıyı pusatlarıyla beraber beyaz bir keçeye sarıp mezara başı doğuya dönük bir şekilde yerleştirdiler. Arkadaşları da kendi saç örgülerini kesip yanına koydu… Üzeri toprakla kapatıldı. İçlerinden biri mızrağını balbalın hemen yanında yere sapladı ve bozkırlının atını dullarken kestiği kuyruğunu mızrağın tepesine bağladı. Mezarın başından uzun bir süre ayrılmak istemediler.
İç Asya bozkırlarının bu isimsiz yiğidiyle omuz omuza onun gibi savaşan erlerin gönüllerinde ölüm güzel şey. Fakat onun ölümü bundan önce duyduklarından da güzel. Daha sıcak, daha destansı.
Bugün yazdıklarımız, çizdiklerimiz ve söylediklerimiz milyonlarca ‘adı yok şehid’e birer saygı duruşu olsun…
 
Alp Eren Baltacı

 
  IP adresiniz 18.191.235.210
Google
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol